9.19.2011

Muhsin öyle bir yokmuş ki, gökteki ip merdivene inanmadığında anladım yokluğunu


Muhsin! Bak ne diyeceğim sana!
Demin balkondan sarkıyordum caddeye doğru da, aşağıdan geçen arabaların markalarının ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordum.
Renklerini beğendiklerime “bu benim”liyordum. Eğlence işte, vakitlerim anlamlansın diye.
Yoo, yoo, katiyen bir “vakit geçsin”ci değilim, biliyorsun!
Sana anlatacaklarım mühim, gel, yaklaş, eğil azıcık yahu, nerde senin kulağın? Fısıldamam lazım, komşular duymamalı. Yan taraftan Necmi Bey dayamıştır yine bardağı duvara, kulağını bardağa. Bizim evin içinde yaşıyor mübarek! Neyse, hah, ne diyordum? Sarkıyordum balkondan. Günbatımını görüyorsun, nah işte şurda pespembe olmuş gökyüzü. 
Dur yahu, girme içeri. Gerçekten mühim bir sır vereceğim. 
Demin arabaları izliyordum ya arada bir doğrultuyordum belimi. Aşağı sarkmaktan iki büklüm oldum baksana otuzüç saat olmuş ben balkona çıkalı. Belimi doğrulttum bir güç bela, kafamı şöyle bir yukarı kaldırdım ki ne göreyim Muhsin!
Gökyüzü na böyle orta yerinden yarılmış, içinden bir ip merdiveni iniveriyor bizim buraya. Buraya yahu, bizim balkona!
Dedim, misafir geliyor herhalde. Hemen yere dökülmüş çay kalıntılarını temizledim, simit yerken susamları dökme demiştim sana Muhsin. Bak rezil oluyorduk ne idüğü belirsiz insanlara. 
İnsanlar mı daha bilmiyorum gerçi. Dur be adam, girme içeri yahu.Devirme şu bakışına bittiğim gözlerini.Deli değilim ben.
İp merdiven bir tur sallandı, iki tur sallandı. Sağa sola sallandı Muhsin! Rüzgar çıktı öyle deli, sanırsın ki bizim perde kornişinden koptu kopacak öyle güçlü.
Ağzım açık bakakaldım. Gökyüzü giderek pesbembe oldu. 
İp merdivenden aşağıya fiyuuut diye bir kağıt kayıvermesin mi, hop benim minik ellerime. 
Halı yıkamaktan ellerim kesilmiş, kan kan olmuş heryer ben de bakınca farkettim.
Muhsiiiin…
Ne yazıyordu kağıtta biliyor musun? İlkokula gidiyor heralde kağıda yazıyı yazan.O ne öyle allasen, kargacık burgacık.
Kağıtta bir soru soruluyordu.
“Gelmek ister misin?” demişler Muhsin.
Muhsiiiin, gidelim mi?
Muhsin girme içeri vallahi deli değilim ben.
He de gidelim Muhsin.
Muhsin? 

9.06.2011

gazoz kapakları ve şeker portakalı olan “sahici” bir çocuktu Cafer


Bütün şarkılarımı (şarkıları”m” dediğime aldanma, sadece dinliyorum) komşu teyzenin oğlu Cafer’in beslenme kaplarına sakladım. Okula gittiğinde, içi geçmiş yumurta yerine bir kaç melodi dinler diye düşündüm bugün. Kokuşmuş zeytini yemekten vazgeçer böylece ve evet, biliyorum söyleme, ona kötülük bu yaptığım.
Düpedüz kötülüktü, düşünsene; aklına zorla empoze edilmiş “yemezsen büyüyemez”sinleri yıkıyordum bu hareketimle. “Yemezsen de büyürsün Cafer, müzikle daha güzel büyürsün”lerimi ekledim kapların içine.
Cafer, güçsüz, çelimsiz bir çocuk oldu hep.Hep bakardı böyle, uzun uzun. “Büyüyünce çok can yakacak bu teyzesi keh keh” bir Cafer değildi. Yakışıklı olmayacaktı, biliyorum.
Olmayacaktır.
Ama güzel bakışları var, ona ayırdığım şarkılarla daha güzelleşecek bakışları. Buna inanıyorum nedeni yok. Ah, hakikaten nedeni yok.
Evlerine annesinin gün’üne gelen teyzelerin yanında getirdiği yirmilik kızlar gibi ” ay ne şeker şey bu senin oğlan da Sevim Abla, Cafeer büyüsene ben seni beklerim senle evlenelim biz” yapmıyorum ona hiç.
Çünkü, o biliyor o kızlarının hiç birinin onunla evlenmeyeceğini.
Biliyor, o kızlar onu bekleyemez. O büyüyüp -herhangi bir- delikanlı olduğunda kırkına merdiven dayamış olacak o kızlar, belki de (kim bilir) kadınlar.
Çünkü, o biliyor bu doğanın fizyolojisine düpedüz aykırı. “Koduğumun kızları aykırı işte, zorlamayın şirin olmuyorsunuz sevinmiyorum siz böyle diyince”leri içinden geçiriyor.
Bunu da ben biliyorum.
Cafer, küfür eder. Çok az küfür eder, o yaşta nerden öğreniyor bilmiyorum. Hayır hayır, değil, babasının “hay senin faulune sokayım hakem gibi” küfürlerini duyup da tekrarlamıyor.
Düpedüz uyduruyor işte ulan bildiğin, çok seviyorum bu huyunu.
Onunla tanışıklığım, ona bir file dolusu gazoz kapağı hediye etmeye çalışmamla başladı. Kabul etmedi ilkin, o bakışıyla baktı içime doğru.
Karşılığında bir şey vermesine ikna olursam kabul edeceğini söyledi.
Oldum.
Cafer’i ben o gün sevdim işte. Okuldan karınca yuvalarını sayarak gelişini, balkona çıktığımda görürdüm.Mahallenin tee en tepe yokuşunda belirirdi.
Cafer, diyorum, ne sahici çocuktu öyle.
Yakışıklı olur muydu ikimiz de bilmiyoruz, ama hep sahici kalacaktı ya asıl güzeli bu oluyordu.
Sonra bir gün evlerinin önünde dev bir kamyon gördüm ben, içi eşya dolu.Eşyalar anı dolu. Eşyalar kaç kere izlemiştir Cafer’in kafasına uçan anne terliklerini, ablasının saçını çekişini.
Kaç kere izlemiştir dedim içimden, Cafer’in koltukların arasına gerdiği çarşafın altında el feneriyle mecmua okuyuşunu.
Taşınıyorlardı. Bir hışım çıktım evden. Kıytırık mecmuaları okumamalı diye bi tane kitap alıverdim yanıma.Şeker portakalı.
“Al” dedim.
“Bu senin”
Yüzüme baktı, elleri arasında bir sürü minik kart vardı. Cipslerden çıkmış çizgi film kahramanları resimleri olan.
“Bana gazoz kapaklarının karşılığı bunlar” dedi.
” Tam 2 senedir biriktiriyorum, bütün kahramanlar tam”
Kitabı elimden aldı, çömelmiştim önünde boyuna yetişmek için.
Kitaba baktı, sonra bana baktı. Yanağımdan öpüverdi.
“Bu da…” dedi.
“Şeker portakalı içindi”

Ve gitti.
Tanıdığım en “sahici” insandı Cafer, hediyeleriyse aldığım en “sahici” hediyelerdi.