6.13.2011

yıldız kolonisi, chaplin ve balerin adına


O gün Charlie Chaplin ve yanındaki balerin kız istemsizce dans ediyorlardı. Çünkü biri ayaklarını hareket ettirdikçe, diğerinin de ettiresi geliyordu. Evet, farklı danslar ediyorlardı elbet ama garip bir uyum vardı ayakları arasında.
Zerafetle samimiyetin birleşimi gibi mi desem… Yok, süslü püslü kelimeler kullanmayacağım.
Dans ederlerken Chaplin, balerini belinden kavradı ve tam da o an gökyüzünde kocaman bir boşluk açıldı. Çıkan o şiddetli girdap, tozu,toprağı, ağaçları,evleri, yani her şeyi yerinden söküp içine çekiyordu. Ve tabi, onların arasında savrulanlar arasında balerin ile Chaplin de vardı.
Girdap, onları içine aldıktan sonra Samanyolunun en ücra köşelerine fırlattı. Venüs’ün üzerindeydiler. Uzayda olduklarını idrak etmelerini sağlayan tek şey, yerçekimi olmadığını anladıklarındaki o ilk zıplayıştı. Henüz 8 dakika öncesinde yeryüzünde fütursuzca dans ediyorlardı, hay aksi, nerden çıkmıştı şimdi bu. Chaplin “bastonum nerde benim” diye düşünürken, balerin karşısındaki Venüs canavarına korkuyla bakıyordu. Canavar, yere hızlıca çömelip sıçmaya başladı. Balerini tiksindiren ve sağ koluyla Chaplin’i dürtmesini sağlayan şey Venüs canavarının mor renkteki bokuydu.
Canavar, onları farketmeden hızlıca zıplayıp ordan uzaklaşmaya başladılar. Yerçekimi olmamasının yararlarından faydalanıyorlardı elbette ama bu romantik hikayemize gitmeyen mor boklu Venüs canavarına ciddi ve terbiyesizce küfürler ettiler.
Zıplarlarken -ki bu zıplama saatte 8,550,000 hızla idi- Plüton’a vardıklarını farkettiler. Plüton’da bekleyen tek gözlü bir bekçi görüp yanına sokuldular.
“Biz Güneş’e nasıl gidebiliriz?” dedi Chaplin.
“Güneş sizi çok yakar, ona yaklaşmadan henüz bir milyar kilometre öncesinden yanar tutuşursunuz kül olursunuz, yıldızlara gidin.” dedi bekçi.
Chaplin, balerininin elinden tutup bekçiden öğrendiği yıldız koordinatlarını takip etmeye başladı.
Aylarca, yıllarca, asırlarca zıpladılar. Ve en sonunda o koskocaman kalabalık yıldız kolonisini bulmayı başardılar.
Kendilerine en konforlu yıldızı seçip, oraya yerleştiler. Ve ilk iş olarak yeniden dans etmeye başladılar.
Çünkü onlar Chaplin ve balerindi. Onlar yeryüzünde veya gökyüzünde, ne olursa olsun, dans etmeliydiler.

6.11.2011

Neverland’e iki kişilik bilet olsun ama bak baştan söylüyorum benimkisi cam kenarı.

Dünyanın hiç keşfedilmemiş bi yerinde, hiç keşfedilmemiş o cafenin ahşap iskemlelerinde otururken, hiç keşfedilmemiş o harika şarkıyı dinliyor olduğumuzu hayal ediyordum ben de tam.
Tadını ömrümüz boyunca tatmadığımız sıcak bir içeceğimiz vardı avuçlarımızın arasında -ki bu içeceği kimse ömrü boyunca tatmadı- ve oldukça leziz bir şeydi.
     O kimsenin bilmediği cafenin penceresinden gelen geçeni izliyorduk ve insanlara bakarken hiç de çekinmiyorduk. Çünkü onlar da keşfedilmemiş insanlardı. Ne biz onları tanıyorduk ne de onlar bizi.
Saatlerce popomuzu oraya sabitleyip, antika makinelerimizle abuk sabuk fotoğraflar çekiyorduk çünkü çalan şarkılar hala çok güzellerdi. Dünyadaki her şey hakkında konuşuyorduk.Sonra her şey klişesinden sıkılıp dünyada hiç keşfedilmemiş şeyler hakkında konuşuyorduk. Çünkü bizler özel insanlardık ve bu hikayemizde de konseptimiz keşfedilmemişlik üzerine kuruluydu.
     O sıcak içeceğimizi içtikten sonra da çıkıp o hiç keşfedilmemiş yeri gezmeye başlıyorduk. ve bazen ayakkabılarımızı ellerimize alıp çıplak ayak yürüyorduk. Tanrım, ne de güzeldi kaybolmayı iliklerine kadar yaşamak. Değil mi? Kim istemez ki bunu?
İşin garibi, rüyalar ülkesinde gibiydik. Attığımız her adımda peşimizden bir müzik geliyordu. Klip çekiyormuşuz, veya o hiç keşfedilmemiş filmi oynuyormuşuz da şarkı soundtrackimizmiş gibi.
     Gülüyorduk.
     Çünkü işin sırrı keşfedilmemişlikteydi.

6.08.2011

"Yaratıcı beyinde sezgi ve akıl ilişkisi.Peki sizin zihninizde hangisinin sözü geçiyor?" yazıyordu otobüsün cam kenarındaki adamın gazetesinde.Düşünmem gereken yeterince şey varken, al işte bir de bu çıkmıştı.
Oysa ben bunu görmeden henüz 3 dakika önce yanımdan geçen kadının parfümünün neden tanıdık geldiğini düşünüyordum.

Gazete yazısına okkalı bir siktir çekip, 3 dakika öncesine döndüm.Parfüm, wish of love'dı.Lisedeyken en yakın bir kaç arkadaşımla bu parfümü kullanırdık.Demek bu yüzden tanıdıktı.Tanrım, biz de ne budalaymışız.
Ortak parfümden bahsediyorum.

Ve işin en ironik kısmı,ben burda bunu yazarken merdivende duran adamın aletini kurcalamasıydı.Kafamı kaldırdığımdaysa tam lunaparkın önünden geçiyorduk. İroniler denizinde can çekişiyordum resmen.Teyzem, iş çıkışlarında beni buraya getirirdi ben baya bir küçükken. Yok, hayır.
Küçüklük anılarımdan elbette bahsetmeyeceğim.
Her neyse. Otobüs rezaletti.Oksijen yerine farklı farklı tenlere ait ter kokularının karışımı vardı.Ve yaklaşık 50 kişinin burun deliklerinden bu hava zavallı akciğerlere doğru gidiyordu.Ama tabi, biyoloji gereği her bir kişi 49luk ter kokusu karışımını algılayabiliyordu.
Hani, kendi kokuna burnun alıştığından onu artık duymazsın zamazingosu.Tabi bu, parfüm için de geçerli.
Wish of love için de.
Kafamı tekrar kaldırdığımda, bay cam kenarı hala aynı sayfayı okuyordu.Sanırım, sezgici mi yoksa akılcı mı olduğuna karar vermeye çalışıyordu.
Ben mi?
Ben, sezgisel akılcı olmaya çoktan karar vermiştim.

6.07.2011

ve mücevherler aslında mücverdirler


Keşke beynimden geçenleri benim tek kelime etmeme gerek kalmadan depolayabilen bir şey olsa diye düşünüyordum tam da 1 dakika 32 saniye önce. Fonda Gece çalıyordu ve Gece’ye uymayan binlerce kompleks düşünceye sahiptim o ara.
Vapurun neden en kuytu kısmına, üstelik camı bile görmeyen yerine, oturduğumu kurcalıyordum. Tıpkı küçük bir kızın annesinin mücevher kutusunu incik cıncık etmesi gibi.
Eeh, napıyordum ben.Üstelik bu lüzumsuz ve klişe mücevher kutusu benzetmesini dile getirecek kafama sıçayım diyordum. 
“Kafama sıçayım” dediğim onlarca şey yapıyor olduğumu kurcaladım. Tanrım, bu kurcalayıcılık oyunundan hemen vazgeçmeliydim çünkü ne annem bir mücevher kutusuna sahip olacak kadar zengindi, ne de ben küçüktüm. Ne de bunu yazarken düşündüğüm gibi kıvırcık saçlı bir kızdım. 
Bizim sadece mücverlerimiz vardı.

Ve şarkının alakasızlığına yeni uydurduğum küfürlerden ettim. Uydurduğum küfürleri yalnızca bestelenmiş alakasız melodilere değil, insanlara da ederdim. Ve suratıma bakıp gülerlerdi.Çünkü ne dediğimden tek bi bok bile anlamıyorlardı ve en önemlisi içimden geldiği gibi gidiyordu her şey.
“Her şey”?
Hayır. Yalan söyledim.Elbette gitmiyordu.
Hem Allah aşkına kimin “her şey”i olması gerektiği gibiydi ki zaten.

Vapur köprünün altından geçiyordu tam da ben bu anlamsız satırları yazarken. Yazdığım defterse dünyanın en minicik defteri, yazım dünyanın en miniciğiydi. Ruhen, en miniciktim.
Vapur Karaköy’e yanaşıyordu.Cama hala uzaktım.

Ve evet ben; palavra atmaya bayılan, küçük, kıvırcık saçlı,annesi mücevherlere sahip olacak kadar zengin bir kızdım.
Hayır.Yine yalan söyledim.
Aslına bakarsan, yazının başındaki 1 dakika 32 saniye de yalandı.
Beynimden geçenleri depolayan bir şey hakikaten yoktu ama.

6.03.2011

veya bana yolculuk hediye etsin

http://fizy.com/#s/1nqhya

Bana basit ama güzel hediyeler alsın.
Daktilo hediye etsin mesela, renkli saksılar da olabilir. Mektup zarfları, mektup pulları hediye etsin. Ağaç kokulu kalemler versin.
Bir sürü boncuk, ve peşisıra misinalar hediye etsin. Ona güzel kolyeler yapabilmem için.
Deniz kenarından topladığı deniz kabuklarını hediye etsin ve elimizde minik iğnelerle delmeye çalışalım onları. Getirdiği misinaların birazını içlerinden geçirip, tavana asarız kabukları.
Bana ışıklar getirsin mesela. Minik minik. Odanın duvarlarını dolaştıralım, ışıkları kapayıp o rengarenkleri açalım geceleri.
Bana güzel abajurlar getirsin. Şirin ve bembeyaz abajurlar. Üstlerini beraber boyayalım. O boncuklardan da yapıştırabiliriz.Veya deniz kabuğumuz artarsa, onlar da olur.
Bana güzel bi mızıka hediye etsin. Çalıyım ben ona. Dinlesin mesela beni bütün gece.Nefesim kesilene kadar.
Bana güzel fotoğraf makineleri getirsin. Fotoğraflarını çekiyim onun. Asalım sonra duvarlara, tavana. Sabah uyandığımda göreceğim ilk şey olsunlar.
Bana ses kayıtları getirsin, çaldığı akordeona ait olan. Gecelerce dinliyim.
Bana çizgili yün çoraplar getirsin hediye. Ayaklarım üşümesin kar yağdığı günler.
Sivilce yapmayan çikolatalardan getirsin. Öyle çikolata var mı bilmiyorum ama, o bulsun, getirsin işte. Ben süt ısıtırım hem o gelmeden.
Turuncu bi battaniye hediye etsin bana, sarılıp uyuduğum vakitler hep aklıma gelsin.
Cam kavanozlar getirsin, dışını boyarım, içinde güzel mektuplar saklarım onun için.

Bunların hiç biri olmazsa eğer, bana bir anahtar getirsin. Kapımın önünde minik bir karavan durduğunun haberini versin. Elinde valizi olsun. Çıkıp gidelim.

6.02.2011

evin arka bahçesi hep çayırdı

 Sabah uyandığımda ilk işimdi pencereyi açıp arka tarafa bakmak. Kırık dökük apartman boşluğuydu ama bakıyordum işte. Çayırmış gibi. Yeşilmiş gibi mesela.
Öyle hayal ediyordum. Senin biraz realist olmam gerektiği konusundaki uyarılarını dinleyemiyordum çünkü o ara kettledaki su çoktan kaynamış oluyordu. Kahveleri hazırlamaya gidiyordum.
Kahveleri doldurduktan ve kaşıkla miktarını yine ayarlayamadıktan sonra çıplak ayaklarımı yerde sürte sürte arka pencereye koşuyordum işte.
Şu günlerimizin bi anlamı olmalıydı.
Pencereden her bakışımda bulutları pamuk şeker sanıcak kadar saf değildim elbette ama öyleymişler gibi davranmayı da seviyordum açıkçası.
Günlerimize anlam yüklemekti en büyük hobim. Severdim. Sevdiğim şeyleri yapar, sevdiğim insanlarla olurdum.
Bulut severdim.
Tadı damağımda kalırdı, onları pamuk şeker sandığım günler sonrasında.
Seni severdim.
Tadın damağımda kalırdı, benimsin sandığım günler sonrasında.

Şu günlerimizin bi anlamı olmalıydı.
Sanırım artık daha realist olmamın zamanı geliyordu.
En içten “iyi geceler” dileklerini severdim. Rahat uyumak için. Pofur bulutlarda uyuyormuşcasına hani.
Geceyi seviyorduk.Gece güzeldi çünkü.
Çünkü gece olunca pencerelerin önlerinde oturan kızlardık biz. Perdeyi sonuna kadar açar, içerisinin ışığını kapatır, sokağın ışıklarını izlerdik. Boynumuz tutulur, belimiz üşür, burnumuz akardı. Soğuktan. Rüzgardan. Ama güzeldi, güzel günlerdi, güzel gecelerdi.
Çoğu “pencere geceleri”mizden sonraki günler ateşimiz 39 yapardı. Bazılarımızınki 40 hatta.
Telaşlanırdık.
İlaç alırdık belki. Ağzımıza attığımız her hapta karaciğerimizi biraz daha mahvettiğimizi hatırlayıp kikirderdik.
Çünkü iç organlarımıza gelen zararlar umrumuzda değildi.
Çünkü onlar “iç” organdı. Görmüyorduk. Noluyorsa oluyordu yahu işte.Kolumuz kopsa feryat ederdik. Ama bu öyle miydi, değildi.

İç organlarımızdan tek değerlisi kalplerimizdi.
Bi tek kalbimizi önemserdik, üşümesin diye korurduk.
Çünkü onlar, güzel adamlara ait kalplerdi.