5.29.2011

Üstümde senin tişörtün olduğunda sürekli bulgur pişirirdim. Çünkü sen bulgur severdin, bak bunu biliyordum. Aynı evi paylaşmadığımız için, sen kokan tişörtü çalıvermiştim senden. Fakat, tek bir gün sen koktu o. Öyle çok giymişim ki, üstümde çoktan ben’e dönüşüvermişti.
Şu günler de senin ben tişörtünlü günlerden biriydi. Yemeklerden en sevdiğin; ben mutfakta çalışırken fondaki,müziklerden en çok dinlediğin. Dvd’de en sevdiğin film hazırda bekliyor. Eve sevdiğin çiçeğin kokusundan sıktım. Duvarlar en sevdiğin renge boyandı geçen hafta sonu. Bahar temizliğini bahane ettim bunu yapmak için.
Koltukları sevdiğin tarafa yerleştirdim salonda. Pencerenin önü tamamen açıldı. Sevdiğin perdeleri taktım, sevdiğin vazolar duruyor masanın üzerinde. Sehpada en sevdiğin renkte abajur, en sevdiğin biblolar bana sırıtıyor.

Bir de ben varım.
Ama beni sevmiyorsun.
O yüzden gelme.
Ha, doğru.
Zaten gelmiyorsun. 

5.21.2011

ateşte marshmallow

"Öcü" diye bir şey olmadığını yeni yeni öğrendiğimiz vakitlerdi o vakitler.Artık yatağımızın altına saklanıp tırnak yememize filan da gerek yoktu. Hele ki karanlıktan korkmaya-asla.
Çoğu zaman söyleyecek çok fazla bir şey bulamaz, ve birbirimizden sessizce kopma hayalleri kurardık. Ya da kurardım mı demeliydim?
Ateşte marshmallow'u yeni keşfetmiştik. Sıradışıydı ve ağzı yapış yağış yapıyordu. Böyle durumlarda bol bol suya ihtiyaç duymamıza rağmen uyuşan ağzımızla dişçide olduğumuz hayalleri kurardık.Çünkü marshmallow dişlerimizi hızlıca çürütecek yegane şeylerden biriydi.Herneyse pek hayal olmazdı gerçi, çünkü o da ben de iğneden oldukça korkardık. Popomuza saplanan iğneler çoğu zaman umrumuzda olmazdı fakat dişçi dünyanın en korkunç şeyiydi ikimiz için.
Dişçinin ovici ovici diye ses çıkaran makineleri vardı.
"Öcü" diye bir şey olmadığını yeni öğrenmiş olabilirdik ama hala birazcık küçüktük işte. En azından dişçiden korkacak kadar mı demeliyim?
Konuyu saptırmakta üstüme yoktu. Tıpkı şu anki gibi.Her zaman alakasız şeylerden bahseder ve bunu her defasında belli ederdim. "Aptalsan bile bunu çaktırmamayı öğrenmelisin" anlayışını herkese empoze etmeye çalışır, ukalalığın dibine vururdum. "Dediğimi yap, yaptığımı yapma"cıydım. Sanırım biraz klişeydim.

Ama yine de güzel günlerdi.
Günlerden şeftaliydi, biz dişçiden ısrarla korkardık.
Ama
yavaş yavaş, yani
tam da istediğim gibi
kopmaya başlamıştık.

5.19.2011

bir kaç kırıntı

Bazen kendimi, Hulk gibi hissediyorum. O zamanlar, her şey kolay oluyor işte. Otobüs erkenden geliyor, vapuru kaçırmıyorum, yemekhanede jeton alacağım zaman bozukluklarım tam çıkıyor, yağmur yağmıyor, saçlarım alnıma yapışmıyor, parfümüm uçup gitmiyor. Böyle durumlarda, en güçlü ben oluyorum. Ama en güçlü. 
Gerçekten herkese yardım edebilirmişim gibi hani.
Hani beni arasalar ve “ koş bak çok zor durumdayız” deseler anında yerçekimine küfredip uçabilirmişim, onlara yardım edebilirmişim gibime geliyor.Veya otobüste ayakta giderken pencereye yumruk atsam camı kırabilirmişim gibi. 
Anlatabildim mi? 
Bu güçlü his, her zaman iyi bir histir. Olumludur. Ve benim naif egom, bu his ile yücelir.
Kalp kırmam böyle durumlarda, kibirli de değilimdir. Güçlüyümdür ulan sadece.Güçlü.

Ama bu, bazen oluyor işte.Sorun, bazen olmasında.
Çünkü ben asla yumruk atamam. Hele bir pencereye, asla. Korkarım, elim acır.Zaten otobüs hep geç gelir, vapur kaçar, bozuk param olmaz, yağmurda ıslanırım, saçlarım alnıma yapışır, parfümüm sabahki gibi kokmaz. 
Talihsizdir hayat anlayacağınız.  

Ama sırf Hulk’lı günler için, bazen olsa bile, talihsizlikleri yaşamama değer diye düşünüyorum. 
Çünkü sürekli güçlü olsam, değerini filan bilmezdim ki di mi. Popom kalkardı. Egom, kalp kırardı. 
Hem şarkıda da ne demiş? 
“Keşke her şeyimi kaybetsem sonra tekrar bulsam”
Yok ya, bu buraya olmadı galiba. 

                                                                        İmza, YEŞİL DEV

klişe güvercin

İkindi vakitleri perdeden salonun ortasına vuran güneşe karşı zaafım vardı, bilirdin. Dantelliydi perdelerimiz, güneş desen desen düşerdi desenli halının üzerine. Şekiller yapardım onlardan, koltukta senin dizlerine başımı koymuş halde. 
Saçlarımı okşayıp gülerdin, gideceğimiz yabancı ülkelerden çok uzak yerlerden filan bahsederdik işte. 
Herkesin yaptığı gibi,
kaçıp
burdan
gitme
hayalleri. 

Geceleri, sokak lambasının perdeden salona yansımasına karşı zaafım vardı, bilirdin. Ben yine yerimde duramaz, onların desenlerinden şekiller çıkarırdım. Yine gülerdin bana, saçlarımı okşayarak. Uyumam gerektiğini söylerdin, sabahları saatimi çok erteleyeceğimi ve geç kalacağımı hatırlatıp dururdun. Sen hep realisttin, ben hayallerin peşinde şaklaban olurdum.

Duvarda ellerimle gölge oyunu oynamaya zaafım vardı, bilirdin. Klasik ve klişe şeylerden nefret ederdim ben. Bilindik güvercin hareketini yapmak yerine, bir sürü tavşan şekilleri yansıtırdım beyaz duvarımıza.
Ah, evet.
Beyazdı değil mi o duvar?
Şeftali rengine boyatalım diye ne de çok ısrar etmiştim hatırlıyor musun?

Şeftali rengine zaafım vardı, bilirdin.

Şimdi o duvar yok, beyaz da olsa yok artık. Perdeyi de kaldırdık, taşındık çünkü ordan. Artık halıya düşen desenler yok, halı yok.
Klişe güvercin yok.
Tavşan yok.
Sen yoksun.

Sana zaafım vardı, bilirdin. 
Her neyse, bundan sonra bahsederim.

şerbet

Okuldan çıktım, rutinlerim hep rutin,sonra otobüse bindim. Çantamdan cüzdanımı çıkarırken, bir acı hissettim. Yok yok, seni düşünmüyordum elbette. Seni düşünmeyi bırakalı bir kaç gün olmuştu.

Otobüse bindim, ayakta,her zamanki gibi,oturduğum görülmemiştir. Bi yerlere tutunmam gerekiyordu, gördüğüm ilk demire yapıştırdım ellerimi. Bir acı hissettim. Yanıyordum. Geçmemişti, bitmemişti şu bir türlü.

Otobüsten indim, vapura yürüdüm bikaç adım. En sevdiğim dergiyi aldım marketten, bir acı hissettim parayı uzatırken.Resmen yanıyordum. Yeni öğrendiğim küfürlerden ediyordum.

Eve geldim, kapıyı açarken, canım acıdı. Kıyafetlerime dokunup, üstümü çıkarırken, canım acıdı. Neler olduğunu düşündüm, canım acıdı.

Dokunduğum her şeyde, ellerimi kullandığım her an canım acıyordu.

Yanıyordu böyle, böyle sanki, kavruluyordu ulan işte bildiğin avuçlarım! Böyle sanki, sanki böyle hani nevruzlarda ateşin üstünden atlarlar ya! Sanki avuçlarımı o ateşin üstünde tutuyorlardı, öyle acı yani.

Ama devam etmeliydim,yaşıyordum,realist olmalıydım, yemek yapmalıydım, onları yemeliydim ve yıkamalıydım bulaşıkları. Ellerim suyun altına gitti, yine yandım. Kavruldum. Suya rağmen, ateşler çıktı ellerimden.

Yatağa uzandım. Ellerimi iki yanıma koyup, sırt üstü yattım.Tavana bakarak uyuyakalırım diye düşünürken, uyuyamadım. Tanrım ne anormal bir gündü. Sana da öyle oluyor mu?

Tam 1 haftadır avuçlarım yanıyor, böyle lime lime unufak olsa kopsa gitse canım acımaz. Oysa ne hayallerim vardı, hani sen gitmiştin ya mesela, hani filmlerdeki gibi trajik bir “hoşçakal” mesajıyla… Böyle düşününce ne gülünç geliyor, film sahnesi gibi elbet benim elimde telefonla kalakalmış o sahnem. Replik filan yok, salak bir bakış atıyorum sadece telefona. Görsen dalga geçerdin eminim.

Sonra şey oldu, şey düşündüm, ben de yeni birinin ellerini tutarım diye düşündüm. O beni sever dedim. Ne biliyim, onunla gülerim, ona ağlarım bu sefer,belki hep durur vs. vs.

Bilirsin işte bir takım kadınlık zımbırtıları.

Beni tanırsın. Riskleri göze alamam hani.

Ama dün iyice farkettim.

Dehşete düştüm.

Sen gittin gideli, resmen avuçlarım yanıyordu benim.

beyaz atlı çokoprens

Bugün senin için sevgilim, mahalle bakkalından çokoprens çaldım. Belki hayallerimin prensi olmayı öğrenirsin diye. Hani ufak ufak ipuçları veriyorum sana. Şu aptal, takıntılı, egoist hallerinden sıyrıl bir an önce diye.Hani bana nasıl değer verdiğini hatırla, ne biliyim, sevgi denen birşey vardı ya dokunmaktan öte. Hani her şey senin gördüğün gibi değil, hani insan duygu taşıyor ya. Hani? Bir şeyler çağrıştırıyor mu sana dediklerim?

Hey bak ben konuşuyorum, kelimelerim var, tepkilerim var, sana garip gelen herşeyim var benim,benim küfürlerim var sana karşı. Hay salak herif diye söylenirken sana,aslında seni ne denli sevdiğimi bilmelisin. Ne bileyim bebeğin poposuna pış pış yaparkenki o naif ve şeftali tonundaki his var ya, onun gibi.

Sevgimin desibellerini ayarlayamıyorum, sıfıra indirgemek istiyorum sensizken. Senleyken de tavan yapsın o naiflik, ritimler yükselsin, herkes kızsın ve komşular kapıları yumruklasın istiyorum.

Sensizken seni öldürmek istiyorum.

Hadi nolur, otur ve şu çokoprensi ye artık.

Çünkü ben eskiye çok acıkıyorum.

çay ile yarım kalmış gofretin raksı adına

Çayımın tadı kaçmış. Henüz yeni demlememe rağmen üstelik. Ne can sıkıcı, sabah sabah. Ekmekliği açıyorum, çıtır çıtır bi ekmek olsa kaşarlı domatesli hıyarlı bir sandviç yapsam diyorum. Ekmek yok. Olanlar da bayat.Fırına gitmeye ölesiye üşeniyorum. Geceden kalma, yarım, ısırılmış bir gofret bulup onu yiyorum. Çaya şeker atıp atmamak arasında kararsız kalıyorum. Ben çayı şekersiz içmem ki!
Keşke içebilsem.
Metabolizmam bikaç haftadır glikozu kabul etmiyor çünkü.
Ama çay, şekersiz olunca…
Bilirsiniz işte,
Fazla acı oluyor.

Tıpkı ben gibi.
Onsuz olunca ben; fazla acı, fazla tatsız,tuzsuz, fazla kaprisli, fazlaca “fazla” oluyorum.

İyisi mi çaydanlığın altına bi daha su koyup demlemek, üç şeker atıp içmek. 
Yarım bırakılmış gofret karnımı doyuruyor çünkü.
Çünkü ben,
yarım kalmış şeylerle doymayı öğreneli çok oldu.

acıktı-n

Kendimi lezzetli bir sandviç gibi hissediyorum.
Yani beni yiyebilirsin, ilk başta lezzetliyimdir evet kabul. Tadım da gayet hoş. Ama sonlara doğru, hazımsızlık çekmeye başlıyorsun. 
Çünkü beni öyle çok yemiş oluyorsun ki, miden kocaman oluyor. Karnın ağrıyor hatta. Aşk için “karnımda kelebekler var” tabiri de burdan gelir mesela. Neyse, konumuz bu değil. Bunu başka zaman anlatırım. 

Miden ağrıyınca işte böyle durumlarda, yatıştırmak için soda arıyorsun.Çünkü soda, hazımsızlığa iyi gelir.
Soda
seni
rahatlatır.

Ben lezzetliyim.Ben hep lezzetliydim. Ama ben bitince, sen beni sodayla aldatıyorsun işte.
Hepsi bu.