1.30.2015

-cağım

Bazen kendini,
Kaptırıyorsun
Kendine.
Karşındakini de kendini
Ettiğin canavardan,
Ettiğini
Görmüyorsun.
Herkesten her şeyi
Bekliyorsun.
Kendiliğini olmaya çalışırken,
Senin yüzünden,
Kendileri olamadığını
Görmüyorsun.
"Ya neden böyle oldular?"
“Hepimize neden eziyet?”
“O böyle miydi?”
“Değildi.”
Monologları çok kolay
Kendinsin tüm bunların sebebi
Görmüyorsun.
Ben bu duvarı,
Ya siyahla boyamışım
Ya beyazla boyamışım.
Kurumasını beklemeden
Duvara yaslanmışım.
Sonra bir de utanmadan,
Üstüm pislendi deyip,
Hayıflanmışım.
Sen seni bilmelisin!
Sen seni!
Sen seni bilmezsen böyle,
BAK! PATLATIRLAR ENSENİ!
Ben bu denize defalarca dalmışım.
Aynı suda beş yıl yıkanırım
Sanmışım.
İçine daldıkça dalmışım.
Burnumu tonlarca suyla,
“Yoo, yutmadım” diyip,
Yakmışım.
Alkol değil,
Kumar değil,
Tütün değil,
Bencillikmiş tüm kötülerin anası.
Olmuş bir düzine çocuğum,
Hangi birini adam edeceğim şaşmışım.
Ben bu resmi beş yıl iki haftada yaptım.
Ben bu resmi nasıl toparlarım?
Ben bu resmi beyaza mı siyaha mı,
Hangi renge boyadığım duvara asayım?
Sen hep yaptın ve
oluyor sandın.
Sanrıların... 
Ah bu kahrolası sanrıların...
Sanrılarından örülmüş o duvarların...
Kandırmacalarla dolu yarım aklın...
A be canım neden, peki neden,
Onca zaman tatlı uykundan uyanmadın?
Ben bu resmi yaksam ısınamam.
Assam, bu resme bakamam.
Ben bu resmi gömsem toprağa ziyan
Ben bu resmi saklasam unutamam.
Ben bu resmi ne yapacağım?
Ben duvarları hangi gri tonlarına bulayacağım?
Göremiyorum. 
Gözlerimi aldıracağım.

5.18.2013

ben şiir yazamazlığın şarap çanaklarında

Senin yanında
Makyajsız da
Özgüvenliyim bu arada
DAN! etse silah sesleri
DA-DA-DAN! ölse birileri
PAT! yıkılsa camlar
ÇAT! kırılsa o kapılar
Senin yanında ben yeminle on
kaplan gücündeyim

Bak bize sevgiyi bu toplum
Ana karnından
Babanın şarap çanağından
Sokak futbolundan
Kenar mahalle ağızlarından
Öğretmeye başladı
Her şeyi en başından

Alalım
Senle büyüdükçe şartlı sevgiyi
Hakiki sevgiyle harmanladım
"Bak büyüyoruz galiba, farkında mısın?"
Farkındayım

Farkındayım
Karanlıkta oturulan
İkili akşamların medyatik aydınlığında
Ucu açık ve altı boş yayınlarında
Sırf yanyana olmanın huzurunu bir kenara çektiğim
Tenin tene o denli değişinin
Sırf değil kimyasal münasebetinin
Hem de ana karnındaki şefkatini sevdiğim gibi
Bir haftalık diyalektik özleyişlerimin

Ama alt tarafı bir haftalar
Bir haftalara of çeksem var ya üstüme
Üstüme üstüme yıkılırlar
Yüreğimi darlarlar
Ulan içimi oyarlar
Ben de inanamadım birden söyleyince
-Boşvereyim di mi-
Bir tek seni sevişlerime
Bir tek seni sevişlerim zaten beni
Tuzla buz yapıyorlar

Balım benim istiyorum seni bağrımdan içeri sokayım
Malım benim senin babanın şarap çanağına sıçayım
Gülücük
Gülücük
Kahkaha

5.15.2013

Alternative Current

Sevgilim seni,
Tesla'nın alternatif akıma olan tutkusu gibi
seviyorum
Bu yüzden elektriğe hemen şimdi
benimle beraber minnet duy istiyorum


4.30.2013

reddedildi


Beni inanmadığım şeylere ikna edemezsin.
Çünkü benim inadım,
genetik aktarım.
Senin ellerinde ben,
gümbürtüye giden bir bombayım.
O pimi çekme.
Bu pimi çekme.
Patlarım.

Farkına varmak, eylemin big bangi. Ne bakıyorsun? Aklımı uzaya uçursana.



Hayatında ilk defa hiçbir şey konuşmamak istediğin zamanları gördün. Normal şartlar altında dünyanın kelimesini bir araya mantıklıca getirip dizler önüne yığabilecek güce sahipken, şimdi anormal şartlar altında kalıp kelimelerden ve gideceği anlamlardan kaçıyorsun. 

Hayatında ilk defa yalnız kalmak ve beynin gerektirdiği işlevlerde tek başına boğulmaktan yakınmıyorsun. Ve ilk defa bu kadar yoruluyorsun. O yorgunluktan da şikayet etmez hale geliyorsun. 
Bak, bir günün iyi, bir günün bok gibi. “Ulan” diyorsun.”Ulan aslında hayat şahane. Ben insanım, Benim kafam var. Yetmiyor, duygularım var. Muazzam bir aklım var. Onu kullandığım sürece şu hayat şahane. Şu hayatta beni mutluluğa doyurabilecek her şey var. İnsan olmasa bile, nesneler var. Olaylar var, mekanlar ve işte şehirler, durumlar falan filan. Ben iyiyim. Ben çok iyiyim. Ama kendimi gazlamak için söylemiyorum, düpedüz iyiyim ulan ben iyi hissediyorum. Kendimi seviyorum. Etrafımı seviyorum. Nesneleri, tarihi, zamanı, şehri,hava durumu programlarını, bakkalı, kasabı, otobüs şoförlerini, esnafı filan işte hepsini seviyorum” diyorsun.

Sonra bi şeyler oluyor. Oturup bir şeyler hakkında endişelenmeye başlıyorsun. Bir şeylerin nasıl olacağını, nasıl gideceğini, nerelere varacağını düşünmeye başlıyorsun. Düşündükçe de, her şey daha da karmaşıklaşıyor. Karışa karışa çöp gibi yığılıyor aklında. Ayıklayamıyorsun. Ve kendini, “insanın muazzam düşünebilme yeteneğine sıçayım keşke bitki olsaymışım” diye söylenirken buluyorsun. 

Ama yine de düşünebilmenin ekmeğini her zaman yemişizdir. Çünkü düşünmek, farkındalıkları getirir, çaresizliklere çözüm bulamaz bazı şartlarda ama farkına varırsın ulan. Bak, farkındalık çok önemli. Farkına varmak, eylemin big bangidir. 

Her şey farkındalıkla başlar. 
Ama farkındalığın da durumları var işte. Farkında olduğunun farkında olmak, farkındalığı görmemezlikten gelmek, farkında olduğunu sanıp aslında hiçbir şeyin farkında olmamak, kendini kandırmacalar, avutmacalar, savunma mekanizması, savunma mekanizmasını çelik gibi yapmanın getirdiği dezavantajlar, allahım aç kabuğunu giremiyorum kendi içime bile. 

Galiba öleceksin. 
Olmadı gideceksin. 

1.21.2013

Denge, kolay bir zıplama değil, yabancılaşma ve benimseme arasındaki raylarda gidip gelen vagonun sallanması gibi bir şey.

alemlerden rüyalar alemi

Siyahlılar, Yahudi mezarlığında iki basamaklı sonu olmayan merdivenlerin dibindeki, üstünde "God" yazan merdivenlere sırayla dua ediyorlardı.
Yanlarından geçerken rahatsız olmasınlar diye darbukalarımızı susturduk.

Arjantin


Uyandım.
Kendimi çapraz gerilmiş piyano tellerinin arasından geçen bir kedi gibi duyumsuyordum. Ne yapacağım konusunda hala en ufak bir fikrim yoktu.
Gözlerimi gerisingeri kapattım. Uykuyla uyanıklık arasında değildim, çok açık, yine de yeniden uyuyabilmek için kendimi zorladım.
Üç el ateş edildi ve yakın mesafeden göğsüme giren iki kurşunun bilincimin en kuytularına yaptığı halüsinojen etkisini ürpertiyle karışık gülümseyerek hissettim. Diğer kurşun kasıklarıma gömüldü.

Yanımdakinin kim olduğunu bilmiyordum ama ya aptaldı ya da piç kurusunun tekiydi. Bunu; ambulans çağıracağına, rahmime ilerleyen kurşun yüzünden asla anne olamayacağımı kahkahalara boğularak söyleyişinden anladım.
Üç el ateş edildi. Yakın mesafeden. Camlar kırılmadı, ortalık dağılmadı, çığlık kopmadı. Sadece silahın ateş alırkenki yüksek sesinden bir an işitme duyumu kaybedeceğimi düşündüm.
Silah sesi neydi bilmiyordum, yakın mesafeden kurşun hiç yememiştim, hiç kurşun yememiştim, kurşunu hiç göğsüme kurşunu hiç rahmime yememiştim.
Uyudum.
Şu durumda yapılabilecek en başarılı eylem uyumaktı çünkü. Kaç saat veya kaç dakika geçti bilmiyorum. Tek bildiğim, gökyüzünün renginin modern bir laciverte döndüğüydü.

Uyandığımda Arjantin’deydim. 

1.05.2013

uzun savaşları kısa barıştan daha çok severim


Sen bu ara varlık üzerine bu denli kafa yorarken ben,  senden kalan zamanlarda desenli çoraplarımı düşünüyorum. Benzer şeyleri elbet yaşıyorum ama benim güzel şeylere vakit ayıracak haftasonlarım neredeyse bir senedir yok. Benim için sıradan mutluluklar, başkalarının gözden kaçırdığı ayrıntıların ayrıntısında (ve hatta mikroskobik uzaklıklarında) gizli.
Ben odamın içinde sigara içebilmekten ve geçen hafta sana (ve hatta dayanamayıp kendime de) aldığım beş çift çorapla mutlu oldum.
Beklediğim otobüsün gelmesinin ve mevsim geçişleriyle üst üste iki hırka giyerek başa çıkabilmenin haklı gururlarını yaşadım.
Çoğu haftasonu o çok gürültünün içinde çok yalnız hissediyorum ve evimizde olmak için dua ediyorum. Bunları hep işime geldiği zamanlarda yapıyorum çünkü dini ve milli duygularımı geçen kış takside arka koltukta unuttum.
Geçtiğimiz son dört on kasımda hiç ağlamadım.
 Ben oldum olası “keşke bir şeyleri kaybetsem sonra yeniden bulsam”daki mutlulukla geçindim. Bakma bu sefer tökezledim. 
 Bakma bu sefer........ (Rica etsem boşluklarımı doldurur musun?)…….

O güzel kasabada annemden yediğim müthiş dayak sonrası yalnız hissettim en son, bi de işte geçen haftasonu.

 Sana şarj aletini yanına al diye binlerce kere söylemem gerekiyordu haklısın. Haklısın ama ben her gece gördüğüm rüyaların şahane hayalgücü gerektiren kurgularını düşünmekle meşgulüm. Çok meşgulüm çok, çok kişiyi özlüyorum, çok anıyı, çok eskiyi, tek bir şehri ve geleceği özlüyorum.

Ortaokula giderken doldurduğum çantanın ağırlığıyla ezildi omuzlarım en son, bi de işte geçen haftasonu.

Senden bugüne kadar duyduğum en güzel cümlelerin listesini yapsam birinci sıraya “ seni üzecek adama dünyayı dar ederim”i koyardım. Bu dünya bana çok dar geliyor. Otuzaltı bedene düştüm. Gidip kendime ve sana kışlık kıyafetler almam lazım.
Ben çok alakasız konuşuyorum biliyorum ama bak, içerisi çok havasız. Burası öyle havasız ki, yıllardır kimseyle konuşmamış gibi hissediyorum.
Geçen ay en son sana sarılmıştım.
Dün en son sana sarıldım.
Bugün en son sana sarıldım.
En son sarıldığım tek kişi olmanın haklı gururunu benim için yaşar mısın?

Gri ve siyah çorap giymek hep çok can sıkıcı olmuştur.


5.17.2012

şiir

Bilir misin sevgilim

Yıllar önce Batı Avrupa’da papazlar

parfüm yapmasını da bira yapmak kadar

iyi öğrendiler

Beni ise

tüm dünya zevklerinden mahrum bırakıp

yerçekimi olmayan bir gezegene sürgüne gönderdiler.

Şimdi ben sana,

bulunduğun gezegendekinden

çok daha hafif bir kütleyle yazıyorum

sevgilim ben seni hala,

hala ısrarla özlüyorum.

Çünkü özleyecek şarkı biriktirmek, özleyecek insan biriktirmekten çok daha karlı iştir

Bana hayaller verip durma.
Hayal kırıklıklarımın hepsini kaldırdım çünkü.
Hani evde su içtiğin bardağı, tam da su içtikten sonra, lavaboya “çat” diye indirirsin ya istemsiz. Hani paramparça olur da, süpürgeyi açmaya üşenirsin.
Kalın parçaları elinle toplayıp çöpe atarsın.
Küçükleri de kuytulara tıkıştırırsın -görmediklerim bana zarar vermez hesabı- sonra o kuytular hiç beklemediğin bir gün keser seni, parmakların filan hep kan tabi.
Sonra kan tutması mı istersin, can acıması mı mide bulantısı mı?
O yüzden hayal kırıklıklarımı kaldırıverdim böyle yine aynı. Ama bu sefer süpürgeye üşenmedim inan. İnan çünkü, bilirsin, önceki zamana ait kırılmış camların alakasız bir zamanda parmaklarına batması koduğumun dünyasında başına gelebilecek en büyük haksızlıktır.

En büyük haksızlık, boşu boşuna kurulan hayallere çok geç kalan adamlardır. Bu adamlar yeryüzündeki bütün randevulara da tıpkı böyle geç kalırlar. Ve başınıza “arkadaşınız gelmeyecek heralde, ben siparişinizi alayım” diye dikiliverir garsonlar.

Bunlardandır hep, çoğu şeyin boşuna olduğunu bilmeyen pek yoktur değil mi? O küçük sahil
kasabasındaki denizin minicik bir kısmını gören balkonu olan evdeki sandalyenin yerini illa ki değiştirir birileri. Hem yeryüzünde ocağı açık unutup kaçırılan gazdan, elbette ölür birileri. Uykuya dalar gibi.
Çünkü zaten hiç bir şey aynı kalmaz, her mevsimde kıyafetlerimizi hurçlara kaldırıp yerine öbür hurçları açarız. Utanmadan bir de kokmasınlar diye naftalini basarız.
Olsa olsa ne aynı?
Aynalar aynı aynı, belki aynaya bakanlar farklı farklı.
O yüzdendir ben de istemsizce notlar biriktiriyorum yıllar için minik hediye paketlerime. Kimseye hediye etmeyeceğin bir dünya paketin olmasının ne demek olduğunu bir ben bilirim. “Dur bu şarkıyı dinlemiyim aradan 10 sene geçtikten sonra dinlediğimde çok özlemiş olucam ama şimdi sürekli dinlersem 10 sene sonra özleyemem” gibi komplike düşüncelerimin beynimin her kıvrımını ele geçirişlerini bir ben bilirim.

Gazetelerin en ücra sayfalarında burcuma göre karakter testlerini çözüşlerimden anlamalıydın, seri ilanlara hiç ihtiyacım olmadığı halde göz gezdirişlerimden, tanımadığım insanların vefat haberlerine ağlayışlarımdan anlamalıydın henüz on dokuzunda tüm iç organlarını tek bir hamleyle alt etmiş bir kadın olduğumu.
Al şu gazeteyi elimden.
Ben koca bir tek mevsimliğim.
Bana hayaller verip durma.
Zaten bütün randevulara vaktinde giden biriyim.

koyu demli

Ben seni sevicem sevicem diyorum hep.
Habire bir iş çıkıyor, unutuyorum.
Bilirsin; hayat gayesi, faturalar, doğalgaz, kira filan…
Sevgilim ben seni erteleyip duruyorum.
Sabahları uyuyakalıyorum.
Bilemedin işten geç çıkıyorum.
Evde ekmek olmuyor, o soğukta pijamalarla bakkala çıkıyorum.
Elektrikler kesiliveriyor, bi mum yakıyorum.
Zaten ben yemeği de dışardan söylüyorum.
Baksana,
seni sevmeye hiç vakit ayıramıyorum.
Sen iyisi mi kendine ay sonunu rahat getirebilen birini bul.
Olmadı gel, arkadaş kalalım.
Bak klişeyim, biliyorum.
İlle de beni sev dersen, sana şu köşebaşında koyu demli bi çay ısmarlarım.

terk

Muhsin’le çok iyi anlaşırdık. Beni sevdiğini söylerdi. Bana gitmiş çiçekçiden orkide almış bi gün. Çok pahalı dedim nasıl aldın bunu.Sus diyip de öpüvermişti dudaklarımdan beni.
Biz inanın ki çok iyi anlaşırdık.
Hiç yakışıklı bir adam değildi Muhsin. Görenler “ne çirkin” derlerdi. “Senin gibi birinin yanına yakışıyor mu” derlerdi. Ama bana çok yakışıklı geliyordu işte. Nesini seviyordum bilmiyorum. Çok güzel kocaman bir kalbi de yoktu. Ama bana çok iyi davranırdı.Sokakta görseniz dönüp ikinciyi bakmayacağınız adamlardandı.Ama seviyordum işte ben. Ben O’na hiç aşık olmadım. Eğer aşık olsam kesin daha başka türlü olurdu midem. Ona az daha aşık olacak kadar çok sevdim ama. İnanın, çok sevdim.
Bana çok güzel şarkılar çalardı. Söylerdi de. Sesi çok güzel değildi ama olsundu. Ben çok seviyordum sesini. İnsan kendisine orkide alan adamın sesini sevmez de kiminkini sever söylesenize?
Bana hep iyi davrandı Muhsin. Muhsin bana oldum olası iyi davrandı.
Klasik, o büyük Leyla Mecnun aşklarından hiç olmadık biz. Ama beni hep el üstünde tutardı.
Kalbimi şöyle bi oyuversem içinden de, çıkarıp Muhsin’in avuçlarına tutuştursam; bak desem, şuna iyi bak muhafaza et desem. İnanın ki canından beri korur onu. Öyle sahi bir adamdı Muhsin.
Her sabah camın kenarına oturup uyanmamı beklerdi. Yok, o filmlerde gördüğümüz gibi yanıma uzanıp uyuyuşumu seyretmezdi. Ben zaten huylanırdım, uyurken izlensem yani. Ya da huylanmazdım da Muhsin öyle yapmıyor diye mi bunu huy edindim bilmiyorum.
Ben Muhsin için ne huylar edindim.
O yanımda olmadığında, O’nu hiç aramazdı gözlerim. Yaşayıp giderdim. Ocağa bi çay koyardım, eğilip kısık ateşinden sigaramı yakardım, hatta farkında olmayıp saçlarımı yakardım. Bir sürü ritüel kazandırırdım ben hayatıma Muhsin’in yokluklarında.
Eğer bir gün çok uzaklara giderse, alışmış olayım en azından diye.
Yaptığım en akıllıca iş buydu sanırım bizim ilişkiye dair. Ya da değildi.
Bilemiyorum.
Benim pek akıllıca davrandığımı söylemezdi. Ama çok güzel gülüyormuşum. Bazen çok duygulanıyormuşum. Saçlarım çok güzelmiş bi de. Bi de işte bazen bi kaç adamdan kıskanacağı tutardı beni.
Ben koskoca kadındım.Gözlerimin doluşlarının sebeplerini Muhsin bilmeyecekti de kim bilecekti? Onunla büyümüştüm.
Biz, inanın çok iyi anlaşırdık.
Ben hep, kıra inip piknik filan yapmayı hayal etmiştim onunla. Biliyorum komik, gülmeyin. Hani Türkan Şoray’la Ediz Hun’un yaptığı piknikler gibi. Veya durun durun; Tarık Akan’ın, Gülşen Bubikoğlu’nu kırda uyurken öpüşü gibi.
Ne bileyim.
Tamam, efsanevi aşık değildik de, kadındım ben işte be. Ötesi var mı bunun? Benim kalbim serçe gibiydi. E arada bir uçmak da isterdi.
Onunla el ele yürümeyi çok istedim. Biz çok iyi anlaşıyorduk da hiç el ele yürümüyorduk biliyor musunuz? Kimse bilmiyordu birbirimizin hayatında olduğumuzu onca zamandır. Oysa ben istiyordum ki herkes duysun. İmrensin.İmrenilcek gibi de değildik gerçi de işte, ne biliyim.
Ne biliyim ya.
Muhsin zaten gitti.
Keşke en azından gidişini, ağlaya sızlaya herkese duyurabilseydim.
Çünkü görseniz, gidişi bile imrenilcek gibiydi.

9.19.2011

Muhsin öyle bir yokmuş ki, gökteki ip merdivene inanmadığında anladım yokluğunu


Muhsin! Bak ne diyeceğim sana!
Demin balkondan sarkıyordum caddeye doğru da, aşağıdan geçen arabaların markalarının ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordum.
Renklerini beğendiklerime “bu benim”liyordum. Eğlence işte, vakitlerim anlamlansın diye.
Yoo, yoo, katiyen bir “vakit geçsin”ci değilim, biliyorsun!
Sana anlatacaklarım mühim, gel, yaklaş, eğil azıcık yahu, nerde senin kulağın? Fısıldamam lazım, komşular duymamalı. Yan taraftan Necmi Bey dayamıştır yine bardağı duvara, kulağını bardağa. Bizim evin içinde yaşıyor mübarek! Neyse, hah, ne diyordum? Sarkıyordum balkondan. Günbatımını görüyorsun, nah işte şurda pespembe olmuş gökyüzü. 
Dur yahu, girme içeri. Gerçekten mühim bir sır vereceğim. 
Demin arabaları izliyordum ya arada bir doğrultuyordum belimi. Aşağı sarkmaktan iki büklüm oldum baksana otuzüç saat olmuş ben balkona çıkalı. Belimi doğrulttum bir güç bela, kafamı şöyle bir yukarı kaldırdım ki ne göreyim Muhsin!
Gökyüzü na böyle orta yerinden yarılmış, içinden bir ip merdiveni iniveriyor bizim buraya. Buraya yahu, bizim balkona!
Dedim, misafir geliyor herhalde. Hemen yere dökülmüş çay kalıntılarını temizledim, simit yerken susamları dökme demiştim sana Muhsin. Bak rezil oluyorduk ne idüğü belirsiz insanlara. 
İnsanlar mı daha bilmiyorum gerçi. Dur be adam, girme içeri yahu.Devirme şu bakışına bittiğim gözlerini.Deli değilim ben.
İp merdiven bir tur sallandı, iki tur sallandı. Sağa sola sallandı Muhsin! Rüzgar çıktı öyle deli, sanırsın ki bizim perde kornişinden koptu kopacak öyle güçlü.
Ağzım açık bakakaldım. Gökyüzü giderek pesbembe oldu. 
İp merdivenden aşağıya fiyuuut diye bir kağıt kayıvermesin mi, hop benim minik ellerime. 
Halı yıkamaktan ellerim kesilmiş, kan kan olmuş heryer ben de bakınca farkettim.
Muhsiiiin…
Ne yazıyordu kağıtta biliyor musun? İlkokula gidiyor heralde kağıda yazıyı yazan.O ne öyle allasen, kargacık burgacık.
Kağıtta bir soru soruluyordu.
“Gelmek ister misin?” demişler Muhsin.
Muhsiiiin, gidelim mi?
Muhsin girme içeri vallahi deli değilim ben.
He de gidelim Muhsin.
Muhsin? 

9.06.2011

gazoz kapakları ve şeker portakalı olan “sahici” bir çocuktu Cafer


Bütün şarkılarımı (şarkıları”m” dediğime aldanma, sadece dinliyorum) komşu teyzenin oğlu Cafer’in beslenme kaplarına sakladım. Okula gittiğinde, içi geçmiş yumurta yerine bir kaç melodi dinler diye düşündüm bugün. Kokuşmuş zeytini yemekten vazgeçer böylece ve evet, biliyorum söyleme, ona kötülük bu yaptığım.
Düpedüz kötülüktü, düşünsene; aklına zorla empoze edilmiş “yemezsen büyüyemez”sinleri yıkıyordum bu hareketimle. “Yemezsen de büyürsün Cafer, müzikle daha güzel büyürsün”lerimi ekledim kapların içine.
Cafer, güçsüz, çelimsiz bir çocuk oldu hep.Hep bakardı böyle, uzun uzun. “Büyüyünce çok can yakacak bu teyzesi keh keh” bir Cafer değildi. Yakışıklı olmayacaktı, biliyorum.
Olmayacaktır.
Ama güzel bakışları var, ona ayırdığım şarkılarla daha güzelleşecek bakışları. Buna inanıyorum nedeni yok. Ah, hakikaten nedeni yok.
Evlerine annesinin gün’üne gelen teyzelerin yanında getirdiği yirmilik kızlar gibi ” ay ne şeker şey bu senin oğlan da Sevim Abla, Cafeer büyüsene ben seni beklerim senle evlenelim biz” yapmıyorum ona hiç.
Çünkü, o biliyor o kızlarının hiç birinin onunla evlenmeyeceğini.
Biliyor, o kızlar onu bekleyemez. O büyüyüp -herhangi bir- delikanlı olduğunda kırkına merdiven dayamış olacak o kızlar, belki de (kim bilir) kadınlar.
Çünkü, o biliyor bu doğanın fizyolojisine düpedüz aykırı. “Koduğumun kızları aykırı işte, zorlamayın şirin olmuyorsunuz sevinmiyorum siz böyle diyince”leri içinden geçiriyor.
Bunu da ben biliyorum.
Cafer, küfür eder. Çok az küfür eder, o yaşta nerden öğreniyor bilmiyorum. Hayır hayır, değil, babasının “hay senin faulune sokayım hakem gibi” küfürlerini duyup da tekrarlamıyor.
Düpedüz uyduruyor işte ulan bildiğin, çok seviyorum bu huyunu.
Onunla tanışıklığım, ona bir file dolusu gazoz kapağı hediye etmeye çalışmamla başladı. Kabul etmedi ilkin, o bakışıyla baktı içime doğru.
Karşılığında bir şey vermesine ikna olursam kabul edeceğini söyledi.
Oldum.
Cafer’i ben o gün sevdim işte. Okuldan karınca yuvalarını sayarak gelişini, balkona çıktığımda görürdüm.Mahallenin tee en tepe yokuşunda belirirdi.
Cafer, diyorum, ne sahici çocuktu öyle.
Yakışıklı olur muydu ikimiz de bilmiyoruz, ama hep sahici kalacaktı ya asıl güzeli bu oluyordu.
Sonra bir gün evlerinin önünde dev bir kamyon gördüm ben, içi eşya dolu.Eşyalar anı dolu. Eşyalar kaç kere izlemiştir Cafer’in kafasına uçan anne terliklerini, ablasının saçını çekişini.
Kaç kere izlemiştir dedim içimden, Cafer’in koltukların arasına gerdiği çarşafın altında el feneriyle mecmua okuyuşunu.
Taşınıyorlardı. Bir hışım çıktım evden. Kıytırık mecmuaları okumamalı diye bi tane kitap alıverdim yanıma.Şeker portakalı.
“Al” dedim.
“Bu senin”
Yüzüme baktı, elleri arasında bir sürü minik kart vardı. Cipslerden çıkmış çizgi film kahramanları resimleri olan.
“Bana gazoz kapaklarının karşılığı bunlar” dedi.
” Tam 2 senedir biriktiriyorum, bütün kahramanlar tam”
Kitabı elimden aldı, çömelmiştim önünde boyuna yetişmek için.
Kitaba baktı, sonra bana baktı. Yanağımdan öpüverdi.
“Bu da…” dedi.
“Şeker portakalı içindi”

Ve gitti.
Tanıdığım en “sahici” insandı Cafer, hediyeleriyse aldığım en “sahici” hediyelerdi.

8.20.2011

iç taraflardan misafir geldi, bol sütlü çok şekerli kahve ikram ettim


Balkonda oturuyorduk, beyaz bi elbise giymiş, bir salaş hallerde, ne bileyim pervasız gibi.Saçını bir o yana bir bu yana atıyor. Henüz omuzlarına yeni değiyor ama baya bi uzunmuş gibi davranıyor.
Tavırlarını şaşkınlıkla izlerken tek kaşını kaldırdı.Yakalandım.
“Ne?” dedi. Önce sağ gözünü, sonra sol gözünü kırptı. Bunun gerçek bi yetenek olduğundan sürekli bahsediyordu ama Tanrı aşkına ne yeteneği ben de kırpabiliyordum işte, al!
-Sen de yeteneklisin.
+Hayır, bu bi yetenek değil kabul et. Hem, bi dünya yeteneğin varken niye buna sığınıyorsun ki zaten.
-Çünkü bu bi yetenek.

İnatçıydı. Hiç bana benzemiyordu, ama bendi işte ulan düpedüz. Çok sık konuşmazdık, nadiren bir araya gelir sandalyelerimizi karşılıklı hizalar ve saatlerce otururduk. Bana benzemiyordu ama benzemesi lazımdı. Lazımdık, çünkü bizdik.
-Bu, balkonu diyorum arka tarafa mı taşısak?
(Neler saçmalıyor allah aşkına?)
-Hey aslına bakarsan İstanbul’u Viyana’ya taşıyabiliriz!
(Cevap vermezsem nereye kadar gider, sadece suratına bakıyorum)
-Şu an ne isterdim biliyor musun?
(Soru sorarcasına kaşlarımı kaldırmakla yetindim, onun karşısında fazla olgun kalıyordum ve bu deliler gibi rahatsız ediciydi)
-Teleskop!
+Allah aşkına napıcaksın onu?
-Teleskoplar Marstaki hayatı gösterebilen cinstelermişmiş bi masalda okumuştum.
+Koskoca kız oldun hala masal mı okuyorsun?
-Yapma yahu ne koskocası, 18im ben.
+Ben de.
-Kollarından ve boynundan bişeyler akıyor farkında mısın?
(Ne, hay aksi su mu damlıyordu yukarki balkondan!)
-Telaşlanma yahu,somut bir şey yok. Olgunluk akıyor diyorum.Bak, olgun-luklukluk kollarından süzülüyor dirseklerini boyluyor.Biraz serbest bıraksan kendini.Hani sen ben’din?
(Artık şaşırmıyorum söylediklerine, konuyu değiştirmeliyim)
+Kahve?
-Bol sütlü ve çok şekerli lütfen.
(Gülüyor, bak yine yaptı saçlarını arkaya doğru attı.Kolları mı incelmiş? Evet, kollarım incelmiş çünkü)
+Vazgeç artık şu şekerden.
-Şeker benden vazgeçsin! Hadi koş gel, güzel bikaç şarkı söyleyelim.
(Kahveyi getiriyorum, mırıldanmaya başlamış bile.)
+Başka ne isterdin bu geceden?
-Ahşap sandalyeleri olan bir cafe açabilmeyi.
+Boşver cafeyi, sık sık gel yanıma olur mu?
-E zaten biz hep içiçeyiz. Değil miyiz? Lütfen, karşındaki sandalyede oturmadığım zamanlarda sürekli gökyüzüne bak. Gündüz bulut olur, bayılırım. Geceleri de yıldız. Arada kayarlar filan, sakın heyecanlanma ne diliycem diye.Bütün dileklerimin gerçek olmasını diliyorum de, sinsice. Arada biyerlerden teleskop edin, bak gör çok iyi gelicek. Uzaylılara filan inan ne biliyim, güzel müzikler dinle, iki gözünü birden kırpabilme yeteneğini kull…
+Yetenek değil o.
-Ah tamam kabul, değil.Normlarından sıyrıl ve güzel fotoğraflara göz at arada. İnsanlara umut verici konuşmalar yapma, kendine umut ver önce. Bir de şu saçlarını geriye doğru atıver bak çok iyi geliyor.
+ Saçlarımı geriye doğru atıyorsun ya zaten
-Ah, evet.
(Kahvesini yudumluyor, gözlerinin içi gülüyor, nasıl da kıpır kıpır, ah deli)
-Şu halime bak, olgunluklukluklar ensemden süzülmeye başladı benim de, gitsem iyi olur. Hem kim benimle bu kadar uzun yaşamak ister ki?
+Ben yaşıyorum ya 18 senedir.

Gülümsüyor, bir hışım ayağa kalkıyor. Karşımdaki sandalye bomboş, içime çoktan yerleşmiş bile. Şöyle bir silkeleniyorum.
Hakikaten, teleskopum nerde benim?

8.16.2011

turuncu

Annemin işyerinden getirdiği minik not kağıtlarına birer birer sorular yazıp hazırladım sana. “Bilmem ne inşaat” logosunun altında yazılı olan saçma sapan sorulardan bahsediyorum.Mesela o sol elinin üzerindeki küçük çizik nasıl oluştu? Bak mesela benim şuramı ütü yaktı. Şu sağ kolumun iç tarafını. Senin dizlerinde ağaçtan düşme yara izi var mı peki?
Sahi, ben hep çok soru soruyorum sana değil mi?
Ben,eskisi kadar küçük değilim ama hala ajandaların arkalarına resimler yapıyorum. Ben hala sakızdan çıkan kanserojen içeren o kıyrıtık dövmeleri kolumun nah tam burasına yapıştırıyorum.Şuraya işte ya, bak dirseğimin biraz üstü.
Görebiliyor musun?
Neyse ne diyordum? Hah, ben diyordum, bugün, ben bugün sana bir sürü sorular hazırladım.
Çünkü çok tuhaf bi düş gördüm dün gece ben. Ve bu sefer korkarak uyanıp yatağımın altına saklanamadım, ah lanet olasıca yatağımı değiştirmişler. Sığmıyorum altına, koca kız olduğumdan değil. Hakikaten daracık orası.
Görebiliyor musun?
Uyandığımda zifiri karanlıktı odanın içi, gözlerimi alıştıramadım. Dolabım bi canavar silüetine büründü, kapımın arkasında asılı olan fötr şapkalar minik cinler gibilerdi. Düşe devam ediyordum sanırım. Ben dün gece sana bir sürü soru sordum düşümde, geldiler mi yanına?
Sonra uyandım. Ahh nasıl bir başağrısıdır bu amınakoduğumun. Pardon, hayır küfür etmedim elbet. Sadece arada sinirlenince, işte mahalledeki çocuklardan duyduğum küfürleri söylüyorum. Futbol maçlarına beni almıyorlar, kız çocuğuyum diye. Ajandamı açıyorum bu yüzden, güzel küfürler hazırlıyorum onlara.Hiç duymadıkları, ilk benden duyacakları ve hayranlıkla kalakalacakları küfürler. Bir ağız dolusu!
Ama yaratıcı değilim, bilirsin. Ah, bilirsin değil mi? Ben sadece orospu çocuğu diyebiliyorum. Çok hızlıca söylüyorum onu da, biri duymasın diye. Çünkü sarı renk elbiseli bir kıza hiç yakışmıyormuş o küfürler. Büyük nine söyledi.Köşebaşındaki yemiş ağacının dibinde evi olan.
Bak, seninle konuşmayalı kaç renk olmuş nasıl susamıyorum. Sahi, en son hangi renktik biz? Ben turuncuda kaldım, güneş gibi parlıyoruz derdin. Sonra birden lacivert olduk.
Seninle hangi renk tonlarında, kaç saat sustuğumuzu hatırlıyor musun?
Ben hatırlıyorum.
Ben hepsini yazıyorum o kıytırık ajandama. Tarihleri yanlış, 1968den kalma ajandaya 2000li yılların anılarını kazımak nedir biliyor musun?
Sen, hakikaten beni görebiliyor musun?
Sana bir sürü sorular hazırladım ve geceleri yatmadan önce yatağıma kıvrılıp dua ediyorum “Tanrım yalvarırım hep turuncu kalayım” diye.
Sonra, diyorum ki “hey kalk ayağa böyle dua mı edilirmiş seni kahrolası velet!”
Kalkıyorum.
Tanrıya ne söyleyeceğimi unutup kikirdemeye başlıyorum.O da gülüyordur büyük ihtimal.
Sonra aklıma geliyor, hah ne diyecektim “Tanrım lütfen altına sığabileceğim bir yatağım, 2000li yıllara ait bir ajandam, ve güzel logolu kağıtlarım olsun” diyorum.
Sonra bakıyorum, e bu dualar hep senin içinmiş.
İnsan özlediği insana kavuşmayı diler, ben özlemimi katlanılır hale getirecek şeyler diliyorum.
Bir baksana ne kadar da turuncuyum!
Beni görebiliyor musun?
Görmüyorsun.

8.09.2011

tanrı, dünyayı çilekli milkshake sanıyordu o ara

O gün gökyüzünde şiddetli ve oldukça gürültülü bir boşluk açıldı. Boşluk dediğime aldanmayın, spagetti makarnayı hüpletirkenki dudaklarınızda oluşan “O” şeklindeki boşluk kadar minik bir boşluktan bahsediyorum.
Ya da, çilekli milkshake’i tüm gücünüzle içinize çekerkendi o “O” harfi.Gibi.

Bu denli minik bir boşluğun neden o kadar gürültülü ses çıkardığından sonra bahsedeceğim.Şimdi anlatmam gereken daha mühim.
O gün, olduça önemli bir gündü. Yeryüzü üzerindeki tüm insanların beyinlerindeki düşünceler, kalplerindeki hisler, dillerindeki şarkılar, kelimeler,laflar,yazılar,notlar…Akla gelebilecek, insanoğlunu insan yapan tüm bu minik minik pıtırcıklar gökyüzüne doğru süzüle süzüle yol alıyordu.
İnsanlarsa çırılçıplak kalıyordu haliyle, düşüncesiz, kelimesiz, şarkısız.Tek kelam edemez hale geliyorlardı yavaştan.
Bu, dünyanın sonuydu.
Her şey, sadece nakarattan oluşan en ağır şarkının melodileri gibi yavaş ve sancılıydı.
Tanrı, dünyaya gökyüzünden bir pipet indirmiş ve herşeyi içine çekiyordu.Evet, tıpkı milkshake içer gibi. Yeryüzünü yoketmekten vazgeçmişti, güzel olan her şeyi çalıyordu.
Sesleri, hisleri,kelimeleri,harfl…

8.06.2011

camarillo

Öldüğümde midemden bir sürü bulut çıkaracaklar, çünkü boş vakitlerimde onların üzerinde yürüyüşlere çıkıyorum. En ufacık rüzgarda havalanıyorlar, yutuveriyorum işte.
Bu, minik çocukların hastayken şuruptan nefret etme hikayesi.
Bu, bir sirk cambazının ellerini unlamayı unutup havada ölüvermesi gibi.
Bu, kendine zarar vermenin en güzel yolunun koşmak olduğunu düşünen kızın düşünce balonu.
Bu, ekşi sakız yerken buruşturulan suratlar gibi.
Nanenin genzi yakması, fazla oksijenin kafa yapması gibi.
Anlatabiliyor muyum? Hakikaten anlatabiliyor muyum ben hakiki hissiyatları?
Bak, hakiki diyorum.
Hakikati kaybedeli ne de uzun yıllar oldu, ah diyorum.
Domatesli makarnamı üflerken çaktırmadan of çekiyorum.
Bazen mızmızlanıyorum, ellerim uyuşuyor, nabzım hızlanıyor, sağ parmakuçlarımı sol bileğime dayayıp hissettiğim sesten besteler yapıyorum.

Boş vakitlerimde çok uzunca yürüyorum, öyle ki bu uzunca’lar dolu vakitlerimi bile işgal ediyor.
Ama elimden bir şey gelmiyor üzgünüm; insan her gün 1 kilo bulut yutuyorsa, gerçekten hızlı yürüyemiyor.

7.02.2011

ruh hastası, limonata havuzunda boğulmadan önce bir kısa mektup yazmış

Bak, yolunda olan hiç bir şey yok. Bir bak hadi; sağına, soluna, aşağı ve yukarı. Egzersiz yaparmış gibi hani, göz gezdir etrafına. Bulunmaktan mutlu olmadığımız yerlerdeyiz, ait olduğumuz bir yer bile yok üstelik.Üstelik ben bir ruh hastayım.

Ben, takıntılıyım. Çay doldururken ellerim titrer benim, limonatadan havuzlar olduğuna inanırım bazen, hala gidip oyuncak satın alırım, iradesizim, belki korkak, az biraz pısırık, kediye alerjim var, ama çok severim.
Çok severim kedileri.
Sen de seviyorsun çünkü.

Bak! Bak işte, sağ tarafındayım, taklitçinin önde gideniyim. Dengesizlik abidesiyim bak, bak bana, bir kerecik, nolur.
Gelen mesajlara cevap vermem ben, telefonum çalar açmam.Formaliteciyim, bana keyif vermeyen her türlü eşyayı zorunluluktan taşıyorum cebimde.

Oysa ceplerim gazoz kapakları dolu, ceplerimde küçüklükten kalma tasolar var, kopan barbie bebek kolları biriktiriyorum, yenmemiş ve bayatlamış çekirdek taneleri var ceplerimde. Yazılmış minicik notlar var, sabah evde uyuyan kişi için hazırlanmış ” ben çıkmak zorunda kaldım, kahvaltın hazır” notları var. Ceplerim tıklım tıklım, inan bu dünyanın en güzel şeyi.
Ruhum tıklım tıklım, burdan gitmek istiyorum, bütün kıyafetlerimi ceplerime sığdırabilmek istiyorum hatta.

Bak bana, bir kerecik bak istiyorum. Limonata havuzlarının gerçekten varolduğuna inandırmak istiyorum seni. Ceplerini ıvır zıvırla doldurmak istiyorum benimki gibi. Sulara kıyafetlerimizle atladığımızda ağırlık yaparlar diye korkarsın, eminim.
Oysa bana kızardın, normlarımdan sıyrılamıyorum, hayatı ucu ucuna yaşayamıyorum diye.Hayır, bak!
Yalancıyım. Yalancının önde gideniyim. Benim mumlarım sonsuza kadar yanıyor, ben oynuyorum. Oynuyorum sana,ona, onlara.

Ben bir ruh hastayım; eğer bana dikkatlice bakarsan seni, limonata havuzlarının gerçek olduklarına sahiden inandırırım.